Bir Interrail Macerası - Fransa - Bekle İstanbul

Sıkıntılar içinde yattığım yataktan saat 02:30'da alarmın kısık sesiyle kalktım. Odadakileri her ne kadar uyandırmak istemesem de bunu gerçekleştirmek mümkün değil tabii ki. Kısa bir zaman aralığında giyinip aşağı indim. Hostel ile ilgili çıkış işlemlerimi gerçekleştirdikten sonra karanlığın içine doğru yola koyuldum. Koşar adımlarla otobüs durağına vardığımda saat 02:55'i gösteriyordu. Elimde metroda çalışan görevlinin yazdığı kağıt, içimde otobüsün zamanında gelip gelmeyeceği konusunda duyduğum endişe, beklemeye başladım.

Saat 03:05. Artık gerçekten "bu saatte de otobüs mü olur, zamanında gelmeyi bırak, gelir mi" düşüncesi beni sardı. 5 dakika sonra uzakta gördüğüm bir çift yüksek far, "acaba" sorusunu aklıma getirdi ve bir de ne göreyim! 03:11 itibariyle otobüs karşımda duruyor. O an anladım ki daha çok yolumuz var muasır medeniyet seviyesini yakalamamız için...

Otobüsteki yarım saatlik yolculuğun sonrası ikinci otobüsün de aktarma noktasına zamanında gelmesi varolan şaşkınlığımı birkaç kat daha arttırdı. Saat 04:07 idi havaalanına vardığımda. Şimdi oldukça garip geliyor bu ayrıntıda olanları anlatmak ama insan sayılı dakikaların Avrupa'da ne kadar değerli olduğunu görünce hayıflanmadan edemiyor.


Havaalanı bu saatte bomboş. Bir yandan anneannemi düşünüyorum bir yandan da uyumamak için kendimi zor tutuyorum. Uçakta uyku bu savaştan galip çıkıyor ve İstanbul'a kadar deliksiz uyuyorum.

Eve vardığımda saat 12 sularıydı. Bu tip olaylarda genel buluşma mekanı bizim Şişli'deki evin salonudur. Hemen hemen tüm aile büyükleri orada. Teker teker sarıldığım insanların gözlerinden yaşlar oluk oluk akıyordu. Kendimi toparlamaya kararlıydım. Melek'im için güçlü olma zorunluluğumu hatırlayıp sakinleştim.

Öğle vakti Zincirlikuyu'ya tüm aile gittik. Onu son bir kez görme isteğiyle dayım ve ben yanına girdik. Araladıkları tabuttan o tertemiz, soluk yüzünü son kez görüp alnını okşadım. Odadan çıkıp caminin yolunu tuttuk. Avlu yavaş yavaş doluyor, çok uzun zamandır görmediğim insanları görüyordum. Evden beri içimde tuttuğum gözyaşları, Badim bana sarıldığında aralıksız aktı göz pınarlarımdan. İkindiyi müteakip, dünyalar güzeli Melek'imi toprağa emanet edip eve döndük.


Evde tam bir curcuna hakim. Saat geceyarısı olana değin gelen giden eksik olmadı. Hayatın ilginç bir cilvesi bu işte. Yaşam eğrisinin bir başlangıcında hemen herkes yanınızda oluyor, bir ortasında, evlenirken, bir de sonunda son yolculuğunuza giderken.

1 yorum:

epsilon dedi ki...

Okurken bir anda anneannemi kaybettiğim gün geldi aklıma. Tatilde değildim ama uzaklardaydım. Uzun zamandır çok acı çektiğini ama hayata da bir o kadar güçlü bağlarla tutunduğunu bildiğiniz birini kaybettiğinizde, ne hissedeceğinizi bilemiyorsunuz. Uzun zamandır yaşlanmış ve ağırlaşmış bedeninde hapsolmuş o güçlü ruhunun özgür kaldığına -bir bakıma- sevinmeli mi; yoksa sizin ve pek çok insanın daha hayatında derin izler bırakmış, iyi bir anne, iyi bir anneanne ve tam bir cumhuriyet kadını olan o heybetli kişinin göçüp gittiğini gördüğünüz için üzülmeli misiniz? Böyle karmaşık duygular içerisinde, ülkeler okyanuslar aşmasanız da, gidilen 4-5 saatlik yol ve ailenize, evinize ulaşana dek bekleyerek geçen tüm o süre aklınıza kazınacak günlerden biri haline geliyor işte. Gökyüzünü, yol kenarındaki ağaçları ya da aynadaki yansımanızı bile size soluk bir "gri" renkte gösteren bir gün. Her hatırladığınızda tekrar ayn şekilde hissedeceğiniz ve etkisini belki de hiç bir zaman yitirmeyecek bir gün. İşte bu yazı da beni o güne geri götürdü.