Bir Avrupa Futbol Şampiyonası Hikayesi

Bu macera bir Cumartesi sabaha karşı Basel'e yapacağımız EasyJet yolculuğuyla başladı.Fırat'ın önderliğinde Sabiha Gökçen Havalimanı'nda buluşup uçak saatini beklemeye koyulduk. Her ne kadar Fırat'ım sabahın köründe formasıyla da gelmiş olsa, havaya girmemiz için birer birayı içmemiz gerekiyormuş. Bu fikri özümseyip Efesleri yuvarladıktan sonra uçağa binme kuyruğuna geldik. Daha çok Esenler otobüs garını anımsatan bu sahneyi, Fırat'ın İnternet'ten rezervasyonu sayesinde kolayca atlatıp uçağa koşar adımlarla bindik. Bu da neyin nesi diyenler olabilir, EasyJet'i mantığını biraz anlatmaya çalışayım. Biz Ocak ayında biletleri yaklaşık 80€'ya aldık. Bu fiyatın gidiş dönüş olduğunu belirtmek isterim. Sonradan sıradaki bir amcadan öğrendiğimiz üzere uçuş tarihine yaklaştıkça fiyatlar 200€'yu buluyormuş. Bilgiyi aldığımız amcaya birazdan değineceğim zira gecemizin eğlencesi o oldu ve sonraki birkaç günümüzün ve haftamızın.

Biletinizle havaalanında uçağa biniş sırasına geçerken sizi 3 gruba ayırıyorlar. A grubu, EasyJet kartı olanlar veya business class ödeme yaptığını tahmin ettiğim 10-12 kişilik bir grup oluyor. (evet oturum planında sanırım business gibi bir alan yok ama ona benzer bir sınıflandırma da olabilir). Zaten bizi A grubu çok da ilgilendirmiyor zira ne EasyJet kartımız var ne de business seviyesinde bir biletimiz. Önce A grubunu uçağa alıyorlar. Bir miktar beklemenin ardından sıra B grubuna geliyor. B grubu, İnternet üzerinden check-in yapan kişilerin grubu. Yaklaşık 20 kişilik bir topluluk ve biz de buradayız. C grubuna kalanların ise vay haline! Ne yaparsanız yapın, EasyJet'ten bilet alırsanız, ya A olun (nasıl olacağını bilmiyorum :)) ya da İnternet'ten Check-in işleminizi gerçekleştirin. Geriye kalanlar da tahmin edebileceğiniz gibi (yaklaşık 100-120 kişi) C grubu. B grubunu uçağa almaya başladıklarında zaten sıcaktan gerilmiş olan sinirler, insanlar terminalden çıkış kapısının 3 metre ötesindeki yan kapıya yönlendirildiğinde kopma noktasına geldi. İşte tam o anda, biraz önce bahsettiğim amca sahneye çıktı. Görevli kıza Avrupa Yakası'ndaki Burhan sesiyle "sen gerizekalı mısınnnnnnn?" diye bağırdı. Kız önce bozuldu, sinirlendi, ardından da "bu adamı uçağa almayın arkadaşlar, otobüse de almayın" diye bağırmaya başladı. Adam gayet pişkin bir şekilde "sen kimsin de beni uçağa almayacaksın" diyerek önce servis otobüsüne bindi ardından da uçağa. Anlayacağınız tam bir kör dövüşü hakim. Uçağa ise bindikten sonra elinizi çabuk tutmanız lazım zira yerler numaralı değil! Erken gelen kapar modeli yaygın. Zaten oldukça yorgun olduğumuzdan hemen uyumuşuz. Uçak, Basel'e indikten sonra otobüsle tren garına geçtik. Burada Atilla ile buluşup kısa bir kahvaltı sonrası Viyana trenine bindik ve yaklaşık 1,5-2 saat sonra Cenevre'ye ulaştık.

Avusturya-İsviçre'nin ortak şampiyona düzenlemesi sebebiyle her iki ülkede de gideceğiniz maçın olduğu gün ve bir sonraki gün öğlen 12'ye kadar tüm toplu taşıma araçları ücretsiz. Organizasyon dediğin böyle olur dedirtiyorlar insana. Öğle yemeği için yine Fırat'ın ayarladığı bir İtalyan lokantasında bütün ekip biraraya geldi.

Lokantanın adı la Trattoria, rue de la Servette 1, Geneve, 1201, Switzerland.
Telefonu:+41 (22) 7349476. Deniz mahsullü makarnayı şiddetle tavsiye ediyorum. Lokantanın bir diğer ilginç özelliği de dünyanın çeşitli ülkelerinden gelenlerin dükkanın sahibine hediye ettikleri banknotlar Bunları bir duvarda sergiliyor. Hiç bu kadar farklı parayı birarada görmemiştim ne yalan söyleyeyim.



Yemek sonrası eşyalarımızı Başaklara bırakıp Fırat'ın İsviçrede yaşayan başka bir danışman arkadaşına uğrayıp stadın yolunu tuttuk. Stada yaklaştıkça kalabalık artıyordu. Kalabalığın asıl sebebi ise sınırlı sayıda kapıda üst seviyedeki güvenlik önlemleriydi. İçeriye girerken profesyonel fotoğraf makinelerinin alınmadığı söylentisi beni de endişeye sevketti. Riski azaltmak için teleobjektifimi kutusuyla beraber Arkın'a verdim. Bereket beni de onu da üstünkörü aramaları, oldukça makbule geçti. Bu sayede, diğer yarı sahada olanları da rahatlıkla fotoğraflayabilecektim.



İçeride Portekizli seyirciler çoğunluktaydı. Yerimiz kale arkasında olmasına rağmen iyi bir görüş alanına sahiptik diyebilirim. Isınma hareketlerinin bitmesini müteakip takımlar soyunma odalarına girdiler. 5-10 dakikalık bir bekleme sonrası hakemlerle beraber sahaya çıktılar. Gözler tabii ki Ronaldo'nun üzerindeydi. Maç başlamadan önce okunan milli marşların ilk kez hep bir ağızdan bu kadar başarılı okunduğunu gördüm. Sebebi ise yine bir organizasyon harikası olarak, milli marşların dev ekranda, aynı bir karaoke bardaki gibi sözleriyle beraber çalınmasıydı.

Başlama düdüğüyle beraber maça savunma ağırlıklı başladık. Kalemizdeki birkaç tehlike sonrası, maçın sonucunun aleyhimize olacağını ister istemez düşünmeye başladım. İkinci yarının başlamasıyla beraber artan Portekiz atakları önce ilk golü, maçın sonlarına doğru da ikinci golü getirdi. turnuvanın em kötü maçını oynadığımızı belki günler sonra finali kılpayı kaçırdığımızda daha iyi anlayacaktım.

Ne yapalım! "Mucizeler zaman alırmış!" Maçtan çıktıktan sonra Ayşen'in Lozan'daki evine gitmek için arabasını parkettiği yere tramvayla ulaşmaya çalıştık ama izdiham nedeniyle biraz zamanımızı aldı. Eve vardığımızda saat 1'i bulmuştu bile. Güzel bir uyku sonrası, Ayşen'in hazırladığı, peynirli, zeytinli, domatesli, reçelli Türk Kahvaltısı'nı bir nefeste yutuverdik.

Hiç yorum yok: