En son yazımı yazalı 2 sene olmuş ve artık sahalara geri dönmemin vakti geldi sanırım. Size Şikago'dan yazıyorum. Nasıl mı oldu bu? İyi bir iş teklifi, ardından eski bir dostu arayıp hal hatır sorma ve bunu müteakip tatil kararını alıp uçak biletini satın almak kadar kolay oldu. (Tabii ki bu süre zarfında bana anlayış gösterenleri unutmamak kaydıyla) Bu sefer kararım kesin. Hayatın kısır döngüsünden çıkmanın tek yolu yazmak.
Bir haftadır buradayım ve şansıma havalar güzel burada. Yani en azından Gülin'in dediği kadarıyla. (Gülin benim 27 yıllık arkadaşım ta ilkokuldan. Yaklaşık 9 yıl önce Şikago'ya okumak için gelip buraya yerleşen, kardeşim kadar sevdiğim bir insan) Geçen hafta hava sıcaklığının -20 derece olduğuna şaşmamak elde değil. Bugün sabah itibarıyle gün geçtikçe artan bir sıcaklık var. Örneğin dün 69 F'tı yani yaklaşık 21 derece.
7 gün çok da gezmedim doğrusu ne yalan söyleyeyim. Genel de yürümeyi tercih edip buradaki hayatı tanımak, fotoğraf çekmek ve etrafı keşfetmekle geçirdim günlerimi. Tatilin 2. haftasında daha çok müze ve sanatsal aktivitelere zaman ayırmayı düşünüyorum.
Eh fotoğraf demişken birkaç çeşitleme yapmak gerekiyor haliyle. Bakalım ¨Fotoğrafta Kompozisyon¨ kursu etkisini göstermiş mi? Hazır lafı gelmişken bir de çılgınlık yapıp teknoloji harikası bir lens aldım buradan. İlsucuğumun dediği kadar varmış gerçekten. Ben de yetenek onda sanıyordum meğersem lensteymiş. :) (Fotoğrafçılığa meraklı olanlar için: Makina - Nikon D300, İlk kullandığım lens Nikkor 24-85 mm 1:2.8-4 D, yenisi ise Nikkor 17-55mm 1:2.8 G)
Yolculuğumuza az buçuk hamburger tutkunu olduğum için Cheesecake Factory'den başlıyoruz. Daha önce Las Vegas'ta da gittiğim bu lokanta adından da anlaşılacağı üzere Peynirli Kekleri ile meşhur ama ben genel olarak et yemekleri ve hamburgerlerini de başarılı buluyorum. Peynir tutkunları için Blue Cheese B.L.T. Burger (B.L.T.'nin ne olduğunu aramanıza gerek yok, uzun hali burada zira: Bacon, Lettuce, Tomato. :)) ve içecek olarak Frozen Iced Berry'i seçtim. Tavsiye ederim.
Yemeğin dışında lokantanın iç tasarımı da çok hoştu. Tüm ayrıntılar sanki Kaptan Nemo'nun Nautilius'unu andırır gibiydi.
Yemek beni fazlasıyla doyurduğu için maalesef keke yer kalmadı, bir duble espressoyla bu güzel yemeği taçlandırıp oradan ayrıldım.
Gülin çalıştığı için onunla iş çıkışı buluşmak amacıyla Belmont üzerinden Paulina'ya doğru yola çıktım. Metro sistemi Şikago'da araba bağımlılığını az da olsa ortadan kaldırdı benim için. Şehir merkezinde ve yakın çevrede gidebileceğiniz noktalara metroyla ulaşmak mümkün. Sistem çok karmaşık değil ve kullanımı da gayet kolay. 1 haftalık bilet (1 week pass - fiyatı 23$ ve otobüslerde de geçiyor) benim için ideal bir çözüm oldu ama daha kısa kalacaklar için 1 ve 3 günlük biletler de mevcut.
Biraz da şehrin genel dokusundan bahsedeyim. Tahmin edebileceğiniz gibi Şikago'da da gökdelenler şehir merkezine hakim. Farklı mimari ve yüksekliklerde onlarca devasa bina var. En meşhuru, Şikago'nun hemen hemen tüm fotoğraflarında yerini alan Sears Tower. ( Yeni adıyla Willis Tower ama kimse bu ismi kullanmıyor, ben dahil) Sears Tower inşa edildiği tarih olan 1974'ten 1998'e kadar dünyanın en yüksek binasıymış. Hala ABD'nin en yüksek binası özelliğini elinde bulunduruyor. Meraklısı için birkaç bilgi daha. 2001 yılında bombalanan World Trade Center'dan da yüksek olan Sears Tower'ın bina yüksekliği (çatısındaki anten dahil olmak üzere) 527 metre ve 108 katlı bir bina. Şu an dünyanın en yüksek binası ise 2010 yılında hizmete giren Dubai'deki 828 metrelik Burj Khalifa.
Yukarıda da bahsettiğim gibi her köşe başında, eski ya da nispeten yeni bir gökdelene rastlamak mümkün. İşte 1924 yılında açılmış olan Allerton Oteli.
Şehrin yerin altından giden hatları dışında bir de havadan giden Kahverengi Hattı (Brown Line) var.
Bu kadar şehir bölge planlama dersi yeter. Biraz da sporsever okurlarımı mutlu edeyim. Şikago'ya gelip Chicago Bulls maçına gitmemek olur mu? Hem de rakip, 11 maçtır üstüste kazanan Dallas Mavericks ise. Chicago Bulls maalesef bu sene formda değil. Takım, Michael Jordan'lı günlerini aramadan edemiyor. Bu sene NBA'de ikinci yılını yaşayan Derrick Rose liderliğinde Play-off'ları hedefleyen sıradan bir takım görüntüsündeler. Bulls maçlarını 20.917 kişilik United Center'da oynuyor. United Center şehir merkezinin biraz dışında ve 19 veya 20 numaralı otobüsle salona erişmek mümkün. (Daha fazla bilgi için http://www.transitchicago.com/news/default.aspx?ArticleId=2471 ve http://www.transitchicago.com/riding_cta/busroute.aspx?RouteId=178) Salona giriş oldukça rahat. Sadece çıkışta almak üzere çantanızı emanete veriyorsunuz ve içeridesiniz. Maçın bilet fiyatları rakibe göre değişiyor. Üç adet seviye var (Level 100, 200 & 300) ve 300'den rahatlıkla maçı takip etmek mümkün. Biletleri ise www.ticketmaster.com adresinden satınalabilirsiniz.
Basketbol salonu Amerikalılar için tam bir eğlence mekanı. Sosisli sandviçler, biralar, koridorlarda blues ve rock müzik yapan gruplar, anneler, babalar, çocuklar... 15 dakika önce yerimizi alıyoruz ki takımların ısınmasını kaçırmayalım.
Orta saha çizgisinin üstünde devasa bir skorbord var. Yüksek çözünürlükteki ekranlarda pozisyonları izlemek, istatistikleri takip etmek, molalarda dağıtılan bedava ödüller ile ilgili heyacanı yaşamak ve seyirciyi galeyana getirmek için gösterilen ¨Noise¨ (Gürültü yapın da rakip takımın gözü korksun) animasyonlarını görmek mümkün.
Maç başlıyor. Her ne kadar skor başabaş da gitse Dallas hep önde ve Chicago taraftarına bir kıyak yapma niyeti de pek yok gibi.
Biz de ne yapalım, devre arasındaki akrobasi gösterileriyle eğleniyoruz.
Bir diğer molada çıkanlar ise tabir yerindeyse beni dumura uğrattı. Yaşama sevgisi ve kulübe bağlılık birleşince böyle bir tablo çıkıyor demek ki ortaya. Tüm Türk sporseverlerin ders alması dileklerimle, Swingin' Seniors'u (Sallanan İhtiyarlar) takdimimdir.
NBA maçı olur da Ponpon Kızlar olmaz mı? Evet belki maçı Chicago 122-116 kaybetti ama benim için tek teselli Chicago Luvabulls'u yerinde görmek oldu denebilir.
Arkası yarın...